Nuray Canan olayının ertesi günü Uğur Dündar’la Star habere konuşan “şu çılgın Türkler” kitabının yazarı, ADD yönetim kurulu üyesi Turgut Özakman, insanların tarihi doğru bilmesi gerektiğini, ama bu kızların tarihi yanlış bildiklerini söyledi. Kendisi doğru tarihi yazıyormuş yani.

Bu bana, cumhuriyet kurulduğundan beri yalan yanlış hurafe, masal ve iftiraları resmî tarih olarak yutturan laikçi zihniyetin dayak atıp ağlayan Yahudilerle nasıl bir ortak kişilik paydasında buluştuklarını düşündürdü.Ve birden geçmişe, ilkokul yıllarıma dönüp bize öğretilen tarihi hatırlamaya başladım..

İlk önce Türk bayrağının nasıl seçildiği geldi aklıma.. Anlatılana göre, millî mücadele esnasında çok şehit verdiğimiz bir savaş sonrası o kadar çok kan akmıştı ki, büyükçe bir çukur tamamen kanla dolmuştu. Geceleyin hilal durumunda olan ayın ve bir yıldızın gölgesi bu kan birikintisinin üzerine düşmüş, bunu gören ulu önder Atatürk de “işte bizim bayrağımız bu olsun” deyip Türk bayrağını belirlemişti.
Bunun Türklerin bin yıldır kullandığı bayraklardan sadece bir tanesi olduğunu daha sonra öğrendim. Aslında tâ o zamanlardan “gece vakti kanın nasıl kırmızı göründüğü” meselesinden işkillenmiştim. Çocukluğumun saf aklı, “ışık kaynağı olan ayın gölgesinin nasıl oluştuğuna” cevap verememişti. Mesela gökte dolunay olduğu zaman, yeryüzünde yuvarlak şekilli beyaz gölgeler görmüyorduk. Türk gençliğinin talihsizliği, sanıyorum bu yalanların fizikteki optik konusunu işlemeden önce anlatılıyor olmasında saklı.

Ayın gölgesinin yeryüzüne düşemeyeceğini bilmeyecek kadar optik cahili olan insanlar elbette aydınlık ve karanlık arasındaki farkı algılayamaz. Mesela Asr-ı Saadet için “ortaçağ karanlığı” der.

İlkokuldaki sosyal bilgiler dersinde, “imece” diye bir şey öğrenmiştik. İmece, bütün köyün toplanarak sırayla her köylünün tarlasındaki mahsülü kaldırmasına ya da daha başka ağır işlerine “birlikten kuvvet doğar” prensibiyle yardım etmesi ve zor ve zahmetli işlerin pek çok kimsenin katılmasıyla kısa zamanda halledilmesi demekti.

Bu muazzam dayanışmanın güzelliklerini tahayyül edip artık hiçbiryerde görülmüyor olmasını teessürle karşılardım. Sonradan öğrendim ki, meğer böyle şeyler hiç olmamış. Köylülerin toplanarak yardım ettikleri, daha doğrusu yardım etmeye mecbur oldukları kişi, aslında başka bir köylü değil, halk partisinin civardaki temsilcisi, yani köyün ağası ya da beyi imiş. Eskiden halk partisinde görevli olan önemli kimseler, köyün, köylünün sahibi sayılırmış. Eğer bu temsilci köylüleri işinin görülmesi için çağırır da gelmeyen olursa, artık onun için hayat çekilmez olurmuş. Adalet ve hukuk gibi şeyler sözkonusu olmadığı için partinin temsilcisi köylüye hayatı zindan edermiş. Bununla birlikte köylüler de bu işe zevkle koşarlarmış. Çünkü karşılığında para almadıkları bu işte karın tokluğuna çalışırlarmış ve sadece bu esnada karınları adamakıllı doyarmış. Hatta “o kadar bolluk var ki makarnayı bile ekmeksiz yiyoruz” diyerek sevinirlermiş.

Daha sayabileceğim ve bilmediğim için sayamayacağım bir sürü şey var. Sultan Vahdettin’in ihaneti, Atatürk’ün yıkık dökük bir gemiyle gizlice Samsun’a kaçışı, Şeyh Said isyanı, Menemen olayı vs.. bunları zaten herkes biliyor.

0 yorum: