13 Haziran 2009 Cumartesi

İdik Kut (kutsal ruh)


mızrak yoksa ilmihal yok diyorum sana faruk
savaş yoksa Allah yok, Allah yoksa çok kötü di mi
bak bu beşiktaş tribünü, bu siyah bu beyaz, işte bu cengiz baba
şu gelen atıyla gelen siyahlar için gelen cengiz işte
persona mı kaldı lan bu barbarsız çok moderen dünyada

persona halil paşa isyanından bu yana çok adam sallandı çınar ağacında
elektrikli sandalyenin icadına da vardı daha, vardı daha hatta camoko'ya
mızrak yoksa beyaz renkli bir gelecek de yok
mızrak yoksa her yer porno her kale alamo
mızrak yoksa mızrak yoksa mızrak yoksa mızrak yoksa

ört beni diyorum faruk, ört beni birazdan gol olacak ve dale
bu sadece aramızda, seninle benim, serinlikle sersemliğin, mızrakla cengizin
yemişim geçmişini her türlü patolojinin

çok önceden: persona halilden, çınardan, mızraktan, beşiktaştan
çok utangaç bir rüzgar esti, bir imge gibi değil, sahiden
isim verildi rüzgara dede korkut tarafından
soy soyladı: kara çadır, varlık çadırı dedi, ünledi hem söyledi
yeğrek olsun madem adın, adın yetmiş dilde yetmiş ilde denilsin
o kara börklü cengiz dahi önünde eğilsin sağdan şehre inilsin

gol olacak, birazdan faruk birazdan

İsmail Kılıçarslan (gerçek hayat'tan faruk yücel için)

9 Haziran 2009 Salı

Uyansa artık..

Memleketimizin gelmiş geçmiş en harika erkek sesi M. N. Selçuk ve olağanüstü musiki dehası Hacı Arif Bey'in saba bestesi;

Nigah-ı mestine canlar dayanmaz
Bu naz-ü işveden asla usanmaz
Sabah olduğuna gûya inanmaz
Uyanmaz uykudan canan uyanmaz

http://www.fileden.com/files/2007/8/5/1323084/Saba-Sarki-NigahiMestine-HaciArifBey.mp3

22 Mayıs 2009 Cuma

Meryemimiz




Ben Meryem'in amcasıyım
Amcaların en hasıyım
O gözlerin aşığıyım
Gel gör beni aşk neyledi

Meryem gelir seke seke
Gözlerinden mercan döke
O varken yok sinir, öfke
Gel gör beni aşk neyledi

Meryem'in gözleri ela
Var mı güzel ondan âlâ
Sayıklarım şimdi hâlâ
Gel gör beni aşk neyledi

Meryem'in saçları sarı
Gören ağlar zarı zarı
Kim istemez böyle yâri
Gel gör beni aşk neyledi

Bakışları nur hâlesi
Aşkın sönmeyen şulesi
Duyulmaz dilin nalesi
Gel gör beni aşk neyledi

Gören o gül cemâlini
Tasavvur eyler hâlini
Ruhum çeker vebâlini
Gel gör beni aşk neyledi



Meryem'in o tebessümü
Meleklerin tecessümü
Kim takar artık ölümü
Gel gör beni aşk neyledi

Doyulur mu hiç bu kıza
Gülüşüne cihan seza
Hacet yoktur fazla söze
Gel gör beni aşk neyledi

Meryem'e ne desem azdır
Bu bir ilahi niyazdır
Rabbim kaderime yazdır
Gel gör beni aşk neyledi

Keşke olsa böyle kızım
Niçin siyah alın yazım?
Bitmek bilmez gönül sızım
Gel gör beni aşk neyledi

15 Mayıs 2009 Cuma

Ne duygusal adam

Keşke herkes böyle duygusal olsa, keşke herkes böyle felsefi davransa.. ;)

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Sözde değil özde kul olun!

Sözde değil özde kul olun!

Münir Özkul denince aklıma Aile Şerefi isimli filmde oynayan baba geliyor ilk olarak. Çocuklarına karşı müşfik, zalimlere karşı pek çetin ve kudretli bir baba portresi çiziyordu. Çocuklarını da kendisi gibi yetiştirmiş, her halinde edeb ve haya olan eski zaman insanları yaratmıştı adeta. Ayrıca filmde baba, kızına tecavüz eden zengin çocuğu bir züppeyi öldürecek kadar mütehassıs idi ar ve namus konusunda.

Gerçek hayatta da böyle çocukları olduğunu, kendisinin de öyle mütehassıs olduğunu sanırdım. Ta ki geçen sabah otobüste bir kadının okuduğu, Aydın Doğan'ın porno ve tecavüz bülteni Vatan gazetesinde şu haberin başlığını görünceye kadar.. O kadar sinirlendim ki nerdeyse kadına tekme tokat dalacaktım.

Bir baba için bundan daha acı ne olabilir, fahişeliğin bile kendi içinde anlayış gerektirecek masumane yönleri vardır. Ama bu dejenerasyon, bu aşağılık, bu şuursuzluk hangi ahlaki sistematikte yer bulabilir kendisine? Şeksiz şüphesiz inanıyorum ki bu haberi okuyan en azgın bir laikçi bile “yahu kardeşim tamam dünyevileşelim ama bu kadar da hayvanlaşmayalım” demekten alamamıştır kendisini.

Doğru zamanda ve yerinde kullanıldığı takdirde insana hediye edilen en güzel, en revnaklı nefsani hazlardan birisi olan bu şey, kalbinde hastalık bulunan edep yoksullarının elinde nasıl iğrençleşiyor. İnsanın evliliğe, dünyaya temiz bireyler kazandırmaya yönelik şevk ve iştahı kapanıyor.

Allahaşkına siz insan mısınız, yoksa birer damızlık öküz mü? Rabbinizin size verdiği nimeti bu kadar pervasızca kullanma hakkına sahip olduğunuzu mu sanıyorsunuz, o tek yumurta hücresinin bile tüm denetiminin kendi elinizde olduğunu mu zannediyorsunuz?

Mübarek (olup olmadığını tam olarak bilmediğim) anneler gününü idrak ettiğimiz şu müstesna ayda annelik mefhumunun da içine etmiş bulunuyorsunuz. Doğacak çocuğun anne olarak bu kadını tanıyacak olması korkunç bir felaket. Ben o çocuğun yerinde olsam, buluğ çağına ermeden önce kendimi hadım ederek bu kadının zehirli genlerinin toplumda yayılmasına engel olur, bu vesileyle cenneti garantilerdim.

İslam'ın, uğruna zinayı yasakladığı neseb kavramını böyle ayaklar altına almak acıklı bir azabı peşinen kabul etmek anlamına geliyor. Güner Özkul'a zorlu kabir hayatında ve cehennemin aşağı tabakalarında kolaylıklar diliyorum. Veya dilemiyorum.

29 Nisan 2009 Çarşamba

Alpermeyen sosyopat

Rasim Ozan nerelidir bilmem, ilgilenmem de. Bildiğim, doğrusu hakkında tahmin yürüttüğüm tek şey, bu adama küçükken babası tarafından yeterince dayak atılmadığıdır.

Çeşitli sebepler yüzünden dayak ihtiyacı çocukluğunda giderilmeyen küçük Rasim’e bu yaştan sonra yumruk atmak tasvib edebileceğim bir uygulama değil. Ayrıca onun terbiyesinden ailesini sorumlu tutmalıyız. Bizim yapmamız gereken, onu alperenliğimizle, beyefendiliğimizle, hüsn-ü âdâb ile dövmek olmalıdır. 

Hasıl-ı kelam, her hâl-ü kârda bu adamın dayağa ihtiyacı vardı.

Henüz genç yaşta, kısa sürede toplumsal bir gerçeklik hâline gelmiş bir gazetede yazarlık yapmaya başlaması, büyük adamlarla birlikte tv programlarına çıkıp fikirleriyle salyalarını birbirine karıştırarak “tezlerini” höykürmesi kendini beğenmişlik grafiğinde yüksek ve keskin bir pik yapmasına sebep olmuş.

Atıyor, tutmuyor, saçmalıyor, zırvalıyor, ağzına ne gelirse bir çırpıda salıveriyor, çene kasları adeta bir mikser gibi dönüyor dönüyor, ve ortaya karmakarışık bir bulama, bulanmış zihinler,  aval aval bakan suratlar ve bir de Rasim Ozan Kütahyalı kalıyor.

Rasim Ozan Kütahyalı.. Tamam anladık yakışıklısın, iyi de artistliğin kime? Şov yapacaksan, niye içindeki egoist içgüdüleri siyaset programlarında gidermeye gayret ediyorsun? O programlarda çok ciddi memleket meseleleri konuşulup çözülüyor... Usta gazeteci ve enkırmen Reha Muhtar’ın ülke sorunlarına eğilim performansını da etkiliyorsun. Yapma bunu. Ayıp.

 

20 Nisan 2009 Pazartesi

Şeytanî bir leke

Sürüler halinde uçuşuyorlar; kıpır kıpır, simsiyah. Konacak yer arıyorlar pürüzsüz beyaz. Her yüz bir meydan, her el bir yol o meydana inen. Alınlara, kaşlara, gözlere, burunlara ve en çok dudaklara iniyorlar sessizce. Radarlar bozuk. Aynalar ıssız. Alıcılar çalışmıyor. Alıcı kuşlar gibi dönüyor lekeler başlar üstünde.

Ayda adım atmak da ne! Güzel yüzlerde cüzam iştahıyla yürüyorlar! Ayak bastıkları yerde başlıyor çürüme. Sırra kadem bastıklarında bitiyor oyun. Elma dersem çürüme! Fakat ne dedim ki her gün bir parçanı kaybediyorsun. Burunsuz kokluyorsun çiçeği, elsiz dokunuyorsun duvara, gözsüz seyrediyorsun filmi. Kör olduğunu kimse bilmiyor, yanında nefsin bastonu. Hem dudaksız da konuşabilirsin. Daha korkunç olur bu. Sesin yankılanır, kayalıklardan bir koro arkanda. Kelimelerin bir göktaşı gibi düşer. Ruhta devasa çukurlar!

Avını arıyor şeytanî leke. Yeter ki üstünlük yarası açılsın. Bir dudak kenarından başlasın istila. "Sen de kimsin!" levhalarıyla donatılsın şehir. Berber, "Kim kesti bu saçı!" desin kaldırıp bir kaşını, "Kime diktirdin bu ceketi!" diye makası şıkırdatsın terzi, doktor, gözlüklerini çıkartırken sorsun: "Kim koydu bu teşhisi!" Kim evet kim yolumuzu değiştirdi, hangi makasçı! Bize insan olmadığımızı söyleyen kim! Büyük İskender'in dalkavukları mı, imparatorlarını Jüpiter'in oğlu olduğuna inandırmak isteyen? Fakat o da ne yaralanıyor Büyük İskender savaşta. Kan kaybediyor, hani Jüpiter'in oğluydu! Gözlerine kavuşuyor o an ve gürlüyor dalkavuklarına: "Ne diyorsunuz! İnsan kanı değil mi bu!" Ah şairler! Siz büyüttünüz bu yaraları. Hermoderus, nereden çıkardın güneşin oğlu olduğunu Antigonus'un! Bak ne diyor sana: "Lazımlığımı boşaltan kişi, bunda güneşten bir şey olmadığını bilir! İnsan insandır!"

Demek insan insandır, kibir nedir peki? "Büyüklük"tür. Böyle tarif eder kamus-ı kebîr. Bir kez büyük görmesin insan kendini, ne insanı, ne Tanrı'yı tanır. Tanrı'ya boyun eğmez, insana boyun eğdirmeye çalışır. Çirkinleşir büyüdükçe leke. Küstahlaşır büyüdükçe leke. Büyüdükçe küçülür. Kibri kadar noksanlaşır. Küçüle küçüle Kârun olur, küçüle küçüle Nemrut, küçüle küçüle Firavun! Büyüklüğü Tanrı'dan çalmak ister. "Ben de öldürür ve diriltirim!" der, bu aciz hırsız. Bu yüzden "kibir" engeldir cennete girmeye. Çünkü engeldir insanla insan arasında. Zerre kadar bile olsa düştüğünde kalbe. Koca delikler açıyor, suskun kraterler. Bir engeli aşmakla bitmiyor yarış. Engel engel üstüne. İpi göğüsleyene kadar.

"Allahu ekber!" diye başlıyor namaz. Büyük olan Allah'tır. Rüku ve secde, bu sözle anlam kazanıyor. "Allahu ekber!" Eğiliyor Huzeyfe b. Yeman, O'nun önünde. Cemaat izliyor. Beraberce secdeye gidiyorlar. Yani toprağa, yani asıllarına. Fakat bir şey oluyor. Bir huzursuzluk duyuyor İmam Huzeyfe. Biter bitmez namaz dönüyor cemaate. "Ben bir daha imamlık yapmam!" diyor. Cemaat şaşkınlık içinde. "Çünkü namaz kıldırırken aklımdan 'Bu cemaatte benden liyakatlisi yok' diye geçirdim. Kibir işaretidir bu!" Ah Huzeyfe! "Allah Rasûlü (s.a.s.), kıyâmete kadar olacak şeyleri bana bir bir haber verdi," diyen Resûlullah'ın sırdaşı. İşareti görür görmez sorguluyor kendini. Çünkü hatırlıyor. Bir gün Nebî, yaklaşan bir adama bakıp, "Yüzünde şeytanî bir leke görüyorum!" demiş, yanına geldiğinde sormuştu ona: "Allah için sana soruyorum. Halk içinde senden daha üstün birinin olmadığını mı düşündürüyordu nefsin." Sorunun içindeydi cevap. Adam şaşkınlıkla, "Evet ey Allah'ın elçisi!" demişti. Ah işaretler! Afetten korumaya çalışıyordu Elçi. Felaket kendini beğenmeyle başlıyordu zira.

Sürüler halinde uçuşuyorlar; kıpır kıpır, simsiyah. Konacak yer arıyorlar pürüzsüz beyaz. Kutsal yerler bile kurtulamıyor gölgelerinden. Ganimetler devşirirken manevî iklimlerden, ziyanla kapatılıyor defter. Oysa açılmak üzereydi hazine sandığı. Düşürmeseydi anahtarı Mekke'de. Bağdat ahalisinden biri tavaf ederken, önünde adamları kendisine yol açtıran bir kişiye takılıyor gözü. İbadetlerini tamamlayıp Bağdat'a döndükten bir zaman sonra köprüden geçerken bir dilenciye rastlıyor. Bu adamı Kâbe'yi tavaf ederken kendine yol açtıran zata benzeterek dikkatle yüzüne bakıyor. Dilencinin, "Ne bakıyorsun!" diye çıkışması üzerine, "Tavafta gördüğüm birine benzettim!" diyor Bağdatlı. Dilenciyi solduruyor bu benzetme ve konuşturuyor: "Evet o gördüğün adam benim. Herkesin tevâzuyla hareket ettiği bir yerde tekebbüre kapıldığım için herkesin yükseldiği bu köprü üzerinde Allah beni dilencilik zilletine düşürdü.".

A. Ali Ural (Zaman)