29 Nisan 2009 Çarşamba

Alpermeyen sosyopat

Rasim Ozan nerelidir bilmem, ilgilenmem de. Bildiğim, doğrusu hakkında tahmin yürüttüğüm tek şey, bu adama küçükken babası tarafından yeterince dayak atılmadığıdır.

Çeşitli sebepler yüzünden dayak ihtiyacı çocukluğunda giderilmeyen küçük Rasim’e bu yaştan sonra yumruk atmak tasvib edebileceğim bir uygulama değil. Ayrıca onun terbiyesinden ailesini sorumlu tutmalıyız. Bizim yapmamız gereken, onu alperenliğimizle, beyefendiliğimizle, hüsn-ü âdâb ile dövmek olmalıdır. 

Hasıl-ı kelam, her hâl-ü kârda bu adamın dayağa ihtiyacı vardı.

Henüz genç yaşta, kısa sürede toplumsal bir gerçeklik hâline gelmiş bir gazetede yazarlık yapmaya başlaması, büyük adamlarla birlikte tv programlarına çıkıp fikirleriyle salyalarını birbirine karıştırarak “tezlerini” höykürmesi kendini beğenmişlik grafiğinde yüksek ve keskin bir pik yapmasına sebep olmuş.

Atıyor, tutmuyor, saçmalıyor, zırvalıyor, ağzına ne gelirse bir çırpıda salıveriyor, çene kasları adeta bir mikser gibi dönüyor dönüyor, ve ortaya karmakarışık bir bulama, bulanmış zihinler,  aval aval bakan suratlar ve bir de Rasim Ozan Kütahyalı kalıyor.

Rasim Ozan Kütahyalı.. Tamam anladık yakışıklısın, iyi de artistliğin kime? Şov yapacaksan, niye içindeki egoist içgüdüleri siyaset programlarında gidermeye gayret ediyorsun? O programlarda çok ciddi memleket meseleleri konuşulup çözülüyor... Usta gazeteci ve enkırmen Reha Muhtar’ın ülke sorunlarına eğilim performansını da etkiliyorsun. Yapma bunu. Ayıp.

 

20 Nisan 2009 Pazartesi

Şeytanî bir leke

Sürüler halinde uçuşuyorlar; kıpır kıpır, simsiyah. Konacak yer arıyorlar pürüzsüz beyaz. Her yüz bir meydan, her el bir yol o meydana inen. Alınlara, kaşlara, gözlere, burunlara ve en çok dudaklara iniyorlar sessizce. Radarlar bozuk. Aynalar ıssız. Alıcılar çalışmıyor. Alıcı kuşlar gibi dönüyor lekeler başlar üstünde.

Ayda adım atmak da ne! Güzel yüzlerde cüzam iştahıyla yürüyorlar! Ayak bastıkları yerde başlıyor çürüme. Sırra kadem bastıklarında bitiyor oyun. Elma dersem çürüme! Fakat ne dedim ki her gün bir parçanı kaybediyorsun. Burunsuz kokluyorsun çiçeği, elsiz dokunuyorsun duvara, gözsüz seyrediyorsun filmi. Kör olduğunu kimse bilmiyor, yanında nefsin bastonu. Hem dudaksız da konuşabilirsin. Daha korkunç olur bu. Sesin yankılanır, kayalıklardan bir koro arkanda. Kelimelerin bir göktaşı gibi düşer. Ruhta devasa çukurlar!

Avını arıyor şeytanî leke. Yeter ki üstünlük yarası açılsın. Bir dudak kenarından başlasın istila. "Sen de kimsin!" levhalarıyla donatılsın şehir. Berber, "Kim kesti bu saçı!" desin kaldırıp bir kaşını, "Kime diktirdin bu ceketi!" diye makası şıkırdatsın terzi, doktor, gözlüklerini çıkartırken sorsun: "Kim koydu bu teşhisi!" Kim evet kim yolumuzu değiştirdi, hangi makasçı! Bize insan olmadığımızı söyleyen kim! Büyük İskender'in dalkavukları mı, imparatorlarını Jüpiter'in oğlu olduğuna inandırmak isteyen? Fakat o da ne yaralanıyor Büyük İskender savaşta. Kan kaybediyor, hani Jüpiter'in oğluydu! Gözlerine kavuşuyor o an ve gürlüyor dalkavuklarına: "Ne diyorsunuz! İnsan kanı değil mi bu!" Ah şairler! Siz büyüttünüz bu yaraları. Hermoderus, nereden çıkardın güneşin oğlu olduğunu Antigonus'un! Bak ne diyor sana: "Lazımlığımı boşaltan kişi, bunda güneşten bir şey olmadığını bilir! İnsan insandır!"

Demek insan insandır, kibir nedir peki? "Büyüklük"tür. Böyle tarif eder kamus-ı kebîr. Bir kez büyük görmesin insan kendini, ne insanı, ne Tanrı'yı tanır. Tanrı'ya boyun eğmez, insana boyun eğdirmeye çalışır. Çirkinleşir büyüdükçe leke. Küstahlaşır büyüdükçe leke. Büyüdükçe küçülür. Kibri kadar noksanlaşır. Küçüle küçüle Kârun olur, küçüle küçüle Nemrut, küçüle küçüle Firavun! Büyüklüğü Tanrı'dan çalmak ister. "Ben de öldürür ve diriltirim!" der, bu aciz hırsız. Bu yüzden "kibir" engeldir cennete girmeye. Çünkü engeldir insanla insan arasında. Zerre kadar bile olsa düştüğünde kalbe. Koca delikler açıyor, suskun kraterler. Bir engeli aşmakla bitmiyor yarış. Engel engel üstüne. İpi göğüsleyene kadar.

"Allahu ekber!" diye başlıyor namaz. Büyük olan Allah'tır. Rüku ve secde, bu sözle anlam kazanıyor. "Allahu ekber!" Eğiliyor Huzeyfe b. Yeman, O'nun önünde. Cemaat izliyor. Beraberce secdeye gidiyorlar. Yani toprağa, yani asıllarına. Fakat bir şey oluyor. Bir huzursuzluk duyuyor İmam Huzeyfe. Biter bitmez namaz dönüyor cemaate. "Ben bir daha imamlık yapmam!" diyor. Cemaat şaşkınlık içinde. "Çünkü namaz kıldırırken aklımdan 'Bu cemaatte benden liyakatlisi yok' diye geçirdim. Kibir işaretidir bu!" Ah Huzeyfe! "Allah Rasûlü (s.a.s.), kıyâmete kadar olacak şeyleri bana bir bir haber verdi," diyen Resûlullah'ın sırdaşı. İşareti görür görmez sorguluyor kendini. Çünkü hatırlıyor. Bir gün Nebî, yaklaşan bir adama bakıp, "Yüzünde şeytanî bir leke görüyorum!" demiş, yanına geldiğinde sormuştu ona: "Allah için sana soruyorum. Halk içinde senden daha üstün birinin olmadığını mı düşündürüyordu nefsin." Sorunun içindeydi cevap. Adam şaşkınlıkla, "Evet ey Allah'ın elçisi!" demişti. Ah işaretler! Afetten korumaya çalışıyordu Elçi. Felaket kendini beğenmeyle başlıyordu zira.

Sürüler halinde uçuşuyorlar; kıpır kıpır, simsiyah. Konacak yer arıyorlar pürüzsüz beyaz. Kutsal yerler bile kurtulamıyor gölgelerinden. Ganimetler devşirirken manevî iklimlerden, ziyanla kapatılıyor defter. Oysa açılmak üzereydi hazine sandığı. Düşürmeseydi anahtarı Mekke'de. Bağdat ahalisinden biri tavaf ederken, önünde adamları kendisine yol açtıran bir kişiye takılıyor gözü. İbadetlerini tamamlayıp Bağdat'a döndükten bir zaman sonra köprüden geçerken bir dilenciye rastlıyor. Bu adamı Kâbe'yi tavaf ederken kendine yol açtıran zata benzeterek dikkatle yüzüne bakıyor. Dilencinin, "Ne bakıyorsun!" diye çıkışması üzerine, "Tavafta gördüğüm birine benzettim!" diyor Bağdatlı. Dilenciyi solduruyor bu benzetme ve konuşturuyor: "Evet o gördüğün adam benim. Herkesin tevâzuyla hareket ettiği bir yerde tekebbüre kapıldığım için herkesin yükseldiği bu köprü üzerinde Allah beni dilencilik zilletine düşürdü.".

A. Ali Ural (Zaman)

18 Nisan 2009 Cumartesi

Sabah

Bu sabah, annem ile söyleştim yine ben
Bu sabah, annem söyledi yapılacak işleri

Dedi "bak, bütün odalar makineyle süpürülecek,
Muftak ve koridor, yer beziyle silinecek"

Dedim "ah", dedim "eyvah.. bana kim yardım edecek?"
Dedi "Burak", dedi "Burak, bizim Burak.."

17 Nisan 2009 Cuma

Ateş-i Suzan-ı Firkat

 İnsan sadece bu şarkıyı hayatında yaşamak için aşık olup sonra terkedilmeyi göze alabilir.. :)


Ateş-i suzan-ı firkat yaktı cism-ü canımı
Bir harabe bade döndürdü dil-i viranımı
Neyle teskin eyleyim bu dide-i giryânımı
Çünki aldırdım elimden sevgili canânımı
Ağla çeşmim ağla durma, gitti elden nazlı yâr
Çağla ey eşk-i terim, çağla misal-i cûy-i bar

13 Nisan 2009 Pazartesi

Mara Beboos (Öp Beni)

İran'lı keman virtüözü Mücteba Mirzade'nin yorumuyla Mara Beboos (Öp Beni)



İranlı bir arkadaşımın anlattığına göre bu şarkıyı yazan kişi şah döneminde solcu olduğu için idama mahkum edilen bir albaymış. Ölmeden önceki gece bunu kızı için yazmış.

9 Nisan 2009 Perşembe

Şehvet!

Nefsinin şehvetli arzularının, hevâ ve heveslerinin esiri olmuş bir adam varmış..

Birgün dışarıda durmuş beklerken yanına bir hanım gelip adres sormuş. Adam kadının elindeki adres kağıdına, sonra da kadına bakmış. Kadının güzelliğine aldanıp bunun kaçırılmaması gereken bir fırsat olduğunu düşünmüş ve "sağdaki cadde, 3. sokak.." diyerek kendi evini tarif etmiş. Kadın o sokağa girdiğinde adamın tarif ettiği evin kapısını çalmış...

Bu adam bütün hayatı boyunca hep arkadaşlarına o anı anlatıp "o günü asla unutamıyorum" demiş. Gün geçmiş, zaten çok kısa süren fanî hayat bitmeye yüz tutmuş, adam ölüm döşeğinde can çekişiyormuş..

Yakınları kelime-i şehadet getirmesi için adama ısrar ediyormuş, adam ne kadar kendini zorlasa da şehadet kelimesini söylemeye güç yetiremiyormuş, nihayet en sonunda Kur'an-ı Kerim'i eline almış, havaya kaldırmış, herkes bu manzara karşısında kelime-i şehadet duymayı beklerken adam şöyle demiş;

"Sağdaki cadde, 3. sokak"

Gençliğini kirli işlerde harcayan, kulluk vazifesini daima erteleyen insanlara ALLAH yaşlandığında da temiz bir hayat nasip etmez. Cennet bu kadar ucuz değil, "nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz" (hadis-i şerif)

2 Nisan 2009 Perşembe

Darwin ve kurbağa

Birkaç günden beri yemeden içmeden bunu düşünüyorum. Tüm nöronlarımı bu işe vakfettim ve sonunda doğruyu buldum.

Acaba hangisi daha tutarlı; darwin'in evrim hikayesi mi, yoksa prensesin öpücüğüyle insana dönüşen kurbağa hikayesi mi… Cevap kurbağa hikayesi.

Çünkü kurbağanın insan oluşu kendiliğinden değil, öpücükle, yani bir dış etkene, bir sebebe bağlı olarak gerçekleşiyor. Kainatta herşey bir sebebe bağlıdır. Dünya üzerinde kendiliğinden insana dönüşen bir kurbağa vakasına rastlanmamıştır.

Darwin ise cansız moleküllerin (nasıl oluyorsa) yokluktan varlığa geçtiklerini, sonra bu cansız moleküllerin canlı hücrelere dönüştüklerini, sonra bu tek hücreli canlının balığa, sürüngene, maymuna ve insana dönüştüğünü söylüyor. Üstelik bu maymunlar hiçbir prenses tarafından öpülmemiş. Bence mümkün değil.

İnsanların küfre saplandığında ne kadar aptallaştıklarının en açık örneği değil mi bu? Hayvanlar düşünemezler, ama en azından saçmalamazlar da. Bu insanların neden hayvandan daha aşağı oldukları bu misalde gizlidir.

Eğer insanlar (ve diğer canlılar) kendi DNA'ları üzerinde denetim yetkisine sahipse neden hâlâ genetik hastalıklar var dünyada?