5 Temmuz 2008 Cumartesi

Ben olmasaydım...

Ben olmasaydım, dünya sizin için çok güzel olurdu. Rahatsız edici varlığımdan kurtulmak bir yana, birbirinden cazip çeşitli avantajlar da önünüze serilirdi.

1) Kişi başına düşen gıda ve su miktarı artardı. Dünyanın kıtlık ve kuraklıktan şimdiki kadar endişelenmesine lüzum kalmazdı.

2) Atmosferdeki oksijen düzeyi yükselirdi.

3) Dünyadaki akıllı insan yüzdesi de artardı.

4) Toplu taşıma araçlarında bir kişilik koltuk boşalacağı için daha kolay oturacak yer bulabilirdiniz.

5) Kişi başına düşen milli gelir, gayri safi milli hasıla ve ayrıca yurtiçi tüketim azalacağından ihracat artardı. Dolayısıyla cari açık azalır ve hem halkımızın refah seviyesi yükselirdi, hem de ülkemizin dünyadaki saygınlığı artardı.

6) Galaksinin toplam kütlesi azalacağından manyetik alan şiddeti düşerdi. Böylece insanlar daha az başağrısı ve halsizlik hissederdi. Kusma, bulantı, vertigo, demans şikayetleri azalırdı.

7) Bir önceki maddenin sonucu olarak; hastanelere binen insan yükü azalırdı. Talep azalacağından sağlık hizmetlerinin kalitesi yükselirdi. Böylece sosyal güvenlik kurumları devlet için daha az maddi külfet oluştururdu.

8) Kainata verdiğim tahribat, çevre kirliliği, evdeki dağınıklık ve bulaşıklar azalırdı.

9) Bu ve benzeri sebepler, toplumdaki müthiş ilerleme potansiyelini açığa çıkarır, ülkemiz kısa zamanda sanayileşmiş ülkeler arasına katılırdı.

Ama ben tüm bu güzellikleri göremezdim.

Nuray Canan olayının ertesi günü Uğur Dündar’la Star habere konuşan “şu çılgın Türkler” kitabının yazarı, ADD yönetim kurulu üyesi Turgut Özakman, insanların tarihi doğru bilmesi gerektiğini, ama bu kızların tarihi yanlış bildiklerini söyledi. Kendisi doğru tarihi yazıyormuş yani.

Bu bana, cumhuriyet kurulduğundan beri yalan yanlış hurafe, masal ve iftiraları resmî tarih olarak yutturan laikçi zihniyetin dayak atıp ağlayan Yahudilerle nasıl bir ortak kişilik paydasında buluştuklarını düşündürdü.Ve birden geçmişe, ilkokul yıllarıma dönüp bize öğretilen tarihi hatırlamaya başladım..

İlk önce Türk bayrağının nasıl seçildiği geldi aklıma.. Anlatılana göre, millî mücadele esnasında çok şehit verdiğimiz bir savaş sonrası o kadar çok kan akmıştı ki, büyükçe bir çukur tamamen kanla dolmuştu. Geceleyin hilal durumunda olan ayın ve bir yıldızın gölgesi bu kan birikintisinin üzerine düşmüş, bunu gören ulu önder Atatürk de “işte bizim bayrağımız bu olsun” deyip Türk bayrağını belirlemişti.
Bunun Türklerin bin yıldır kullandığı bayraklardan sadece bir tanesi olduğunu daha sonra öğrendim. Aslında tâ o zamanlardan “gece vakti kanın nasıl kırmızı göründüğü” meselesinden işkillenmiştim. Çocukluğumun saf aklı, “ışık kaynağı olan ayın gölgesinin nasıl oluştuğuna” cevap verememişti. Mesela gökte dolunay olduğu zaman, yeryüzünde yuvarlak şekilli beyaz gölgeler görmüyorduk. Türk gençliğinin talihsizliği, sanıyorum bu yalanların fizikteki optik konusunu işlemeden önce anlatılıyor olmasında saklı.

Ayın gölgesinin yeryüzüne düşemeyeceğini bilmeyecek kadar optik cahili olan insanlar elbette aydınlık ve karanlık arasındaki farkı algılayamaz. Mesela Asr-ı Saadet için “ortaçağ karanlığı” der.

İlkokuldaki sosyal bilgiler dersinde, “imece” diye bir şey öğrenmiştik. İmece, bütün köyün toplanarak sırayla her köylünün tarlasındaki mahsülü kaldırmasına ya da daha başka ağır işlerine “birlikten kuvvet doğar” prensibiyle yardım etmesi ve zor ve zahmetli işlerin pek çok kimsenin katılmasıyla kısa zamanda halledilmesi demekti.

Bu muazzam dayanışmanın güzelliklerini tahayyül edip artık hiçbiryerde görülmüyor olmasını teessürle karşılardım. Sonradan öğrendim ki, meğer böyle şeyler hiç olmamış. Köylülerin toplanarak yardım ettikleri, daha doğrusu yardım etmeye mecbur oldukları kişi, aslında başka bir köylü değil, halk partisinin civardaki temsilcisi, yani köyün ağası ya da beyi imiş. Eskiden halk partisinde görevli olan önemli kimseler, köyün, köylünün sahibi sayılırmış. Eğer bu temsilci köylüleri işinin görülmesi için çağırır da gelmeyen olursa, artık onun için hayat çekilmez olurmuş. Adalet ve hukuk gibi şeyler sözkonusu olmadığı için partinin temsilcisi köylüye hayatı zindan edermiş. Bununla birlikte köylüler de bu işe zevkle koşarlarmış. Çünkü karşılığında para almadıkları bu işte karın tokluğuna çalışırlarmış ve sadece bu esnada karınları adamakıllı doyarmış. Hatta “o kadar bolluk var ki makarnayı bile ekmeksiz yiyoruz” diyerek sevinirlermiş.

Daha sayabileceğim ve bilmediğim için sayamayacağım bir sürü şey var. Sultan Vahdettin’in ihaneti, Atatürk’ün yıkık dökük bir gemiyle gizlice Samsun’a kaçışı, Şeyh Said isyanı, Menemen olayı vs.. bunları zaten herkes biliyor.

14 Haziran 2008 Cumartesi

Düşüncenin 6 ambarı

Politika Blogları Hakkında Değerlendirmeler

Derin Sular hariç tutulacak olursa, Türkçe yayın yapan ve politik konulara odaklanan 'başlıca' 6 blog bulunduğunu söyleyebilirim. Bu rakam, Türkiye politikaları söz konusu olduğunda ne kadar mütevazi bir blogküreye sahip olduğumuz konusunda da bir fikir verebilir.

Okuyucuları arasındaki kesişimin önemli bir yüzdeye tekabül ettiğini düşündüğüm bu 6 blogun tamamının 'statükonun Türkiye'ye verdiği zararlar', 'sivil toplumun önemi', 'seçici olmayan bir özgürlük anlayışının gerekliliği' gibi konulara odaklanıyor olması da, ülkemizde bu alandaki blog yazarlığının daha çok bireysel hak ve özgürlükler konusundaki sorunlara kafa yoran ve çözüm üretme arayışında olan insanların ilgisini çektiği imasını içeriyor. Ama tabii Kemalist bir Türkiye'nin neden ülkemiz için daha iyi olacağı yönünde yazılar yazmak isteyenler olursa, onların bloglarını da bir görmek isteriz.


1- İzlenimler: Türkçe yayın yapan belli başlı politika blogları arasında en kıdemli olanı. Eski yazılar yayında olmadığı için kesin bir tarih veremiyorum, ama başlangıç yılının 2004 olması gerekli.

Sitenin yazarı Fethi Sipahi Tan'ı dünya gözüyle görebilmiş sayılı insandan biri olduğum için biraz 'insider' bilgi de verebilirim zannediyorum. Fethi Sipahi Tan, asıl işi bu olmamasına rağmen Türkiye politikalarını çok yakından takip eden ve daha da önemlisi, takip ettiği gündemi (olası senaryolarla birlikte) epey sağlıklı bir şekilde yorumlayabilen biridir. Sitesinde pek belli etmese de yakın tarihi de gayet iyi bilir ve bu başlık altındaki pek çok birincil kaynağı okumuştur. Belli konulardaki okumalarımı genişletmek istediğimde kendisine kaynak sormuşluğum da vardır - ki bibliyografi bölümündeki kimi eserler doğrudan Fethi Bey'in tavsiyesiyle okuma listeme girmiştir.

Mizahi bir yönü de olan projeler Türkiye'de ne yazık ki biraz hafife alınıyor. Bu nedenle İzlenimler'e hak ettiği değerin verilmediğini, hatta sitedeki kimi hiciv ve göndermelerin anlaşılmadığı için boşa gittiğini düşünüyorum. Bence Fethi Sipahi Tan başka bir isimle yeni bir blog projesi başlatsa ve bu proje çerçevesinde düşüncelerini herhangi bir mizahi üslup kullanmadan ifade edecek olsa, yazıları şimdi olduğundan çok daha farklı bir gözle okunabilir. Ama tabii sonuçta herkesin kendisini rahat hissettiği bir format vardır ve bu üslup da (en azından bugün itibariyle) kendisinin kişisel seçimi durumunda.


2- Mustafa Akyol: Türkçe blog yazarları arasında şahsen tanıştığım iki kişiden diğeri. Aslında kendisini bu işe 'zorlayan' da benim. Akyol, 2005 yılında ABD'li kimi İslamofoblarla polemiklere girmekteyken, kendisine, "Bu polemikleri okuyup da Google'da ismini aratanlar, hakkında başka sitelerde yapılmış olan yorumlardan önce senin sayfana ulaşmalı ve seni senden öğrenmeli" gibi bir şeyler söylemiştim. Nedense başlangıçta çok isteksizdi. Ama zamanla ikna oldu.

Akyol, ilk zamanlarda daha çok Akıllı Tasarım konulu makaleler yazıyordu. Bu yaklaşımı (ve bu yaklaşım içerisindeki 'irreducible complexity' gibi konseptleri) ilginç bulmakla birlikte, sitedeki ağırlığın daha sonra resmi ideolojiye kaymış olmasının (ilgi alanlarım nedeniyle) beni daha mutlu ettiğini söyleyebilirim.

Akyol'un yazılarında ilk dikkatimi çeken özelliklerden biri, genellikle başlıklarının çok iyi seçilmiş olması oluyor. Gerek Türkçe, gerekse İngilizce yazıları için aynı şey geçerli. Sitede resmi ideolojiye getirilen eleştirilerin ve post-Kemalist bir Türkiye'ye yönelik çözüm önerilerinin son derece sağlam ve makul olduğu, ancak bununla birlikte (muhtemelen Taha Akyol'dan tevarüs edilmiş olan) dengeli (balanced) bir tavrın da göze çarptığı söylenebilir.

Eleştiri noktasında da, İslam dini ve Batılılaşma eksenli yazılardaki protestan dozun biraz fazla kaçtığını ve bu durumun 'apologetic' bir tavrı beraberinde getirdiğini söyleyebilirim.


3- Derin Düşünce: MustafaAkyol.org'un 'Yorumlar' bölümünde tanışan bir grup okuyucu tarafından kurulan bir kollektif blog projesi. Nisbeten daha yeni. (Arşivine bakılacak olursa Ocak 2007'de yayına başlamış.)

Derin Düşünce kurulma aşamasındayken editörlerinden birisi (eksik olmasın) bana da yazarlık teklifinde bulunmuştu. Ancak site yazarlarının altına imza koyduğu ortak metinde kimi katılmadığım düşünceler bulunduğunu belirterek kabul etmemiştim. (Şimdi tekrar baktım, pek itiraz edilecek bir şey görmedim, sanırım metni değiştirmişler.)

Derin Düşünce içerisinde daha çok Mehmet Yılmaz'ın (kimi) yazılarını beğenerek okuyorum. Belki de daha çok o katkıda bulunduğu için bana öyle geliyordur. Zira sitenin yazar kadrosu içerisindeki 'kendi müstakil blogu da bulunan' arkadaşlar, daha çok 'kendilerinden çalarak' durumu idare ediyor gibiler. Bir de sitenin yazar kadrosunda 'Laikçi Lale' adlı, şimdiye kadar iki yazısı yayınlanan yeni biri var. Bu köşenin kim tarafından kaleme alındığını bilmiyorum, ama eğer bu işi daha iyi kıvırabilecek birileri tarafından bu türden (Ruhat Mengi, Zeynep Göğüş ya da Meral Tamer ayarında) yazılar yayınlanabilirse daha ilgi çekici olabilir.


4- Düşünceler: T. Suat Demren tarafından yazılan ve sıklıkla güncellenen Düşünceler'de, gündem maddeleri ile ilgili kısa notlar mahiyetinde yazılar yer alıyor. Bu yazıların önemli bir çoğunluğu, 'mim', 'yorum' ve 'eleştiri' adlı üç başlık altında kategorize edilebilir. 'Mim' başlığı altındaki yazıların, Suat Bey'in başka yerlerde yazılan yazılara verdiği, 'Falanca şunu demiş, iyi demiş' ya da 'Falanca şunu demiş, el insaf!' şeklindeki iki tür tepkiye karşılık geldiği söylenebilir. 'Yorum' başlığı altına da, herhangi bir gündem maddesini ele alan ve çoğu zaman iyi dilek ya da tavsiyelerle biten yazılar dahil edilebilir. Suat Bey'in 'eleştiri' yazıları ise genellikle ya Türk medyası ya da laik kesim ile ilgilidir. Türk medyası ile ilgili olan eleştirilerde, 'Ya inanamıyorum, bunu da dediler' türünden cümlelere sıklıkla rastlanırken, bu ifade laik kesim ile ilgili eleştirilerde, 'Ya inanamıyorum, bunu da yaptılar' şeklini alır.

Suat Bey, yazılarından, kişisel yazışmalarımızdan ve küçük blogküremiz içerisindeki çeşitli sitelerde yaptığı yorumlardan anladığım kadarıyla, son derece kaba Türk siyaset ortamı karşısında biraz fazla temiz ve iyi niyetli kalan ve bu nedenden ötürü de gazete okurken (muhtemelen Milla Jovovich'in Beşinci Güç adlı filmde canlandırdığı Leeloo karakterinin dünya tarihini bir televizyon ekranından izlemekteyken yaşadığı gibi) hüzün, acı ve çaresizlik hisleriyle dolan biri. Bir de başkalarının kendisi hakkında düşündüklerini gereğinden fazla ciddiye aldığı intibaına sahip olduğum için bu seferlik fazla üzerine gitmiyorum.


5- Ekonomi Türk: İlk başlarda sürekli takip etmediğim için emin değilim, ancak Ekonomi Türk, önceleri Ekonomix rumuzlu Blogger kullanıcısının kişisel borsa pozisyonlarını ve bu pozisyonları etkileyen gelişmeleri konu alan bir blog gibi gelmişti bana. Zira o günlerde göz attığımda, içimden "Finans Türk dense daha makul olurmuş" diye geçirdiğimi hatırlıyorum. Daha sonra, Türk medyasında ekonomi sayfalarında köşe yazanların merceğe alındığı ve yaptıkları (kimi zaman çok basit) hataların ortaya çıkarıldığı bir blog durumuna geldi Ekonomi Türk. Kurucu yazar Ekonomix'in kadroya yeni yazarlar da dahil etmesinin ardından da, sitede dile getirilen konularda doğal olarak bir renklenme oldu.

Gerek yazar kadrosunun genişlemiş olması, gerekse Türkiye'deki ekonomik ve politik sorunların aynı statükocu zihniyetin ürünleri olması nedeniyle Ekonomi Türk'te siyasi yazı ve yorumlara da sıklıkla rastlıyoruz. Eleştiriler genelde makul ve seviyeli bir çerçevede sunulsa da, zaman zaman Türkiye'deki politik ve ekonomik aktörlere karşı Murat Karunvari bir üstten bakış da epey belirgin bir hal alıyor. Bu tavrın kimi zaman haklı nedenleri olsa da, doğrudan aşağılayıcı kimi ifadelerin siteye bir katkısı olduğunu zannetmiyorum.


6- Üçüncü Dalga Geliyor: Önceden başka bir adreste 'Olan Biten' adı altında yayın yapan ve daha çok Türkiye'deki (Fransız etkisiyle şekillenmiş) sistemin çarpıklıkları ile Amerikan sisteminin bu çarpık yapıya karşı üstünlüklerine odaklanan Üçüncü Dalga Geliyor adlı blog, Murat Karun tarafından hazırlanıyor. İlk başlarda daha 'rahat' bir tonda yazılan yazılarla Fransız zihniyeti ve bizim cumhuriyet ideolojisiyle alay eden Karun, son dönem yazılarında 'cumhuriyetin geri kalmışlığı' üzerindeki analizlerini daha çok endüstriyelleşme ve sonrası dönemler (İkinci ve Üçüncü Dalga) çerçevesinde ele almaya başlayarak bloguna daha sağlam bir teorik zemin kazandırdı. Sitede savunulan düşüncelerin kendi içerisinde tutarlı bir alt yapı üzerine oturtulmaya çalışılmasının, odağı (scope) gayet açık ve net olan siteye bütünsellik adına önemli bir güç kattığını da belirtmek gerekli.

Üçüncü Dalga Geliyor'u diğer bloglardan ayıran en büyük özelliklerden biri, sitede yorum kabul edilmiyor olması. Bu durumun sitenin formatı ile de uyum içerisinde olduğu söylenebilir, zira Karun'un kimin ne diyeceğine aldırmadan doğru bildiğini kafasına estiği gibi söylermiş gibi bir hali var. Çeşitli noktalarda eleştirilerde bulunmak da mümkün. Örneğin, Karun'un yazılarında Amerikan dünyası sürekli yüceltilirken, ülkenin sistemindeki aksaklıklara (ya da yüceltilen kimi uygulamaların yan etkilerine) neredeyse hiç değinilmiyor. Ancak bu, Karun'un bilerek yaptığı (ya da ertelediği) bir şey de olabilir. Çünkü bir kısım insanlara kendileri için nisbeten yeni sayılabilecek bir sistem izah edilirken önce temel prensiplerin aktarılarak sorunların sonraya bırakılması da kabul edilebilir bir yöntemdir.


Yazan: Serdar Kaya (derinsular.com)

ABD'de 11 eylül saldırılarından sonra İslam'a düşmanlıklarını açıkça ilan eden bir gürûh (İslamofoblar) hasıl olmuştu. Ülkemizin önde gelen genç aydınlarından Mustafa Akyol zaman zaman bunlardan bir kısmı ile münazaralarda bulunmuştu. Bu münazara yazılarının en rağbet edilenlerinden biri, İslamofobların ileri gelenlerinden Andrew Bostom'un M. Akyol'un bir makalesine cevaben yazdığı uzunca bir reddiye'ye, Akyol'un yazdığı ondan daha uzun bir reddiye idi.

Ben bu yazıyı, yayınlandığı sıralarda okumuş ama ağır ingilizcesi yüzünden ancak yarım yamalak anlayabilmiştim. Derin Düşünce'nin önemli yazarlarından Ekrem Semai bizim gibi ingilizcesi kıt cühela takımı için bu uzun yazıyı 3 parça hâlinde Türkçe'ye çevirmiş. Mutlaka okunması gereken bu yazıyı aşağıda vereceğim bağlantılardan takip edebilirsiniz.

Yazının birinci parçası

İşte bu ikinci parçası

Ve bu da üçüncü parça

İnsan olmanın iktiza ettirdiği vasıflara bir hayli uzak olan laikçilerin, çeşitli böcek ve haşerat türleriyle pek çok ortak noktası bulunuyor.

Laikçilerin hamam böcekleriyle benzerliği;

Bilim adamları hamam böceklerinin milyonlarca yıldan beri aynı genetik, fenotipik yapıda seyrettiğini, hiçbir evrim veya gelişim sergilemediğini tesbit etmişlerdir. Peygamberimiz, “iki günü eşit olan ziyandadır.” Buyurmuşlardır.

Laikçilerin 80 yılı eşittir. Keza laikçilerde de yıllardan beri hiçbir gelişim, değişim, yenilenme, rejenerasyon görülmemiştir.

Laikçilerin cırcır böceğiyle benzerliği

Cırcır böcekleri, herhangi bir mânâ gözetmeksizin bildikleri, çıkarabildikleri tek sesi hayatları boyunca tekrar edip dururlar. Laikçiler de böyledir. Ezberledikleri kalıpları her ortamda sebep-sonuç ilişkisi var mı yok mu düşünmeden geveleyip dururlar. Çok rahatsız edicidirler.

Bukalemun ile benzerlik

Bu benzerlik, tamamında değil, daha çok Tuncay Özkan ve Fatih Altaylı gibi pragmatist laikçilerde görülür. Bunlar bulundukları ortama göre menfaat ve çıkarları doğrultusunda renk değiştirirler.

Tenya ile benzerlik

Tenya, insan ince bağırsağında lokalize olup insanın alıp sindirdiği besinlerin özünü emerek yaşayan bir bağırsak kurdudur. Laikçiler de genelde ülkemizin en güzel muhitlerine çöreklenir ve halkın öz kaynaklarını sömürerek semirirler.

Karınca ile benzerlik

Çalışkanlık, başkalarının haklarına saygı, bir arada yaşama bilinci gibi özellikleriyle bilinen karıncalarla laikçilerin bir benzerliği yoktur. Tenzih ederiz.

Çiyan ile benzerlik

Aslında -çi ortak hecesi dışında kolayca fark edilebilir bir benzerlik bulamadım. Biraz zorlarsak “hepimiz ermeniyiz” pankartı açan laikçiler için Laikçiyan gibi fonetik bir benzerlik kurabiliriz.

Yarın üniversite sınavı yapılacak. Yarın, Anadolu'nun kara çocukları, kendilerinden kat be kat daha iyi koşullara sahip, şımarık şehir veletleriyle kapışacaklar. Yarın, büyük mekteplerin kapılarına omuz vuracak bizimkiler ve açılmamakta direnen o koca kanatlı kapılar un ufak edilecek.



Un ufak edilecek araya örülmüş duvarlar, eşitsizlik, terkedilmişlik ve daha ne varsa buna benzer. Sistem, kara çocukların, esmer alınların, deli yüreklerin üniversite sıralarına oturmaması için elinden geleni yaptı. Endüstri meslek liselerinin, devlet mekteplerinin, imam hatiplerin, kız liselerinin mahzun çocuklarından köşe bucak kaçırarak pastanın en büyük dilimini, "çağdaş yaşam" züppelerine peşkeş çekmek istiyorlar. Bu böyle bilinsin. Bu böyle bilinsin ve yarın, yüreklerine yüreğimizi, zihinlerine zihnimizi, avuçlarına avcumuzu eklediğimiz çocuklar, bizim çocuklar, iki kat daha fazla zorlasın öğrendiklerini.

İki kat daha zorlasınlar, çünkü o kapılar açılmamakta direnecekler yarın, çünkü birileri o merdivenleri çekmeye çalışacak altımızdan, çünkü sınıfların en arkasına atmak isteyecekler bizi. Bozmak zamanı geldi bu hesabı. Matematik ve hile ağırlıklı sistemi "eşit ağırlıklı" hale getirme günüdür bugün. Bunu, avuçlarımızı ısırarak ve gece uykularımızdan deliler gibi fırlayarak büyüttüğümüz kara çocuklar yapacak. Bunu sen yapacaksın aslanım, bunu sen yapacaksın. Yarın o sıraya oturup, yaşadığın bütün adaletsizliklerin, yoksunlukların, yoksullukların, hukuksuzlukların, ihmallerin ve kanayan yüreğinin hesabını soracaksın cevap kağıtlarından. Hesabını soracaksın, annenin, babanın, kardeşlerinin ve hesabının soracaksın seni küçük bir çekirge gibi duvara zımbalamak isteyen karanlık ellerin. Bunu yapacaksın aslanım, bunu yapacaksın. Başka yolu yok.

İnan yok başka yolu. Ümidimiz, hayallerimiz ve isyanımız sendedir. Sendedir bu topraklara bin yıllardır diktiğimiz çınarların kökü. Ve yine o çınarların gökyüzünü okşayan en taze yaprakları da sendedir. Kurşunkalemini bir tokat gibi; silgini, bütün karanlıkları bir çırpıda aydınlatan dev bir ateş gibi kullan. Biz o ateşe odun, biz o ateşe benzin ve biz o ateşe araba lastiği taşırız, korkma. Ve güven kendine. Ve kavmine güven. Ve tarlalarında düşe kalka büyüdüğün köylere, unutulmuş kasabalara, kara ekmeğe, kalın tuza, Anadolu şehirlerine güven. Kalbine ve zihnine güven. Sen dünyanın en harika bayrağısın, en harika emeğisin, en harika beynisin. Ve yarın, şöyle adam akıllı gerinip, iyice ama iyice gerinip, patlat tokatını seni istemeyenlerin suratına. Seni istemeyenleri yerin dibine geçir.

Göm onları. Aslanım benim.

İdris Özyol

26 Mayıs 2008 Pazartesi

Bir şey söyle!

Bir şey söyle

Bir şey söyle, güzel olsun

Güzelliklerden yana olsun

Söyle ki, ümitlerimiz, hayallerimiz

Dualarımız hep sana olsun

Bir şey söyle, temiz olsun

Hazreti Meryem’in iffeti kadar

De ki: “bize böyle anlatılmadı ama,

Marifet ikliminin meltemidir ar.”

Bir şey söyle, doğru olsun..

Hayatın her anını doğrulukla dokusun.

Söyle ki anamız, babamız, kız kardeşlerimiz

Öldüğünde ardından Fatiha’lar okusun.

Bir şey söyle, adaletli olsun

Bizi hep ağlattı kaderimiz

Dışımızda yok içimizin karşılığı

Hâlbuki bu kadar az değil bizim ederimiz

Bir şey söyle, içli olsun

Ağlayan bir çocuğun hıçkırıkları gibi

Dinledikçe parça parça olsun yüreğimiz

Yırtılmış sayfalar ve cam kırıkları gibi

Bir şey söyle, hisli olsun

Çene ucundan yaşlarımız dökülsün

Nurlu bir şerit oluşsun iki yanağımızda

Seni duyanlar çok ağlayıp az gülsün

Bir şey söyle, özlü olsun

Her harfi derinliğe giden mânâ yolu

Ama öztürkçe olmasın, söylev falan gibi

Sözcüksüz bir konuşma yap, kelimelerle dolu

Bir şey söyle, merhem olsun

Kanı sımsıcak akan yaramıza

Sadra şifa, kabza reha

Ve soğuk su olsun alevli hârımıza

Bir şey söyle, “bizim” olsun

Hâlimizi, âhımızı, rengimizi ansın

Voltaire, Nietzsche, Sigmund Freud,

Bu oryantal akımı kıskansın

Bir şey söyle, mantıklı olsun

Lambaların aniden yanışı gibi

Bir şimşek çaksın beynimizin içinde

Bin yıllık tohumun uyanışı gibi

Bir şey söyle, coşkulu olsun

Nizam-ı adl’ın hülyasına zemin

Vecd-i aşk’a vesile olsun dilimiz

Zulmü kaldıracağına ederek yemin

Bir şey söyle, inkılâbî olsun

Boynumuzu morartan zincirden başlarımız

Kurtulup sonsuz gür sesimizle bağıralım nefes alıp

Çatlasın orta yerinden, kırılsın sabır taşlarımız

Bir şey söyle, “başkası” deme

Mehmed Akif öldü, Necip Fazıl da..

İsmet Özel’se, artık ülkücü.

Başka kimse yok, hadi kımılda.

Haydi, şimdi bir şey söyle…

24 Mayıs 2008 Cumartesi

Çiçeğin Çilesi


İflah etmez bu dert beni, soldurur..

Keşke hiç var olmasaydım. Keşke yalnızca yokluk ve hiçlik olsaydım.

Rahmetin habercisi olan bir rüzgâr, baba ocağından aldığı toz zerresini ana kucağına bırakmasaydı. Bilinmezliğin kapkaranlık dehlizlerinde kayıp olan cevherim Yüce bir Sanatkâr tarafından en güzel bir yaratışla suretlendirilmeseydi.

Kışın sıcak bir yuvada uyuyan tohum iken, rahmet pınarından boşalan ab-ı hayat adeta çelik zırhlı duvarları delip beni yatağımdan çıkarmasaydı da öylece kalıp çürüseydim. Toprağı yarıp gün yüzüne çıkmasaydım. Güneşe bakan dallarım kırılsaydı, yapraklarım dökülseydi, yüzüm kapkara olsaydı, yansaydım.

Gübresi; kutlu bir Misafir'e kapısını, sofrasını açan o merhametli ev sahibinin mübarek cesedi olan toprağım renk ve rayiha nevinden eşsiz güzelliklerle bezenmem için türlü hayat özlerini köklerime sunmasaydı. Bad-ı sabanın musiki-i nevmidi tenimi okşamasaydı. Yeryüzünden kaynayarak çıkan tertemiz akarsuların şevk-i muttaridi damarlarımda dolaşmasaydı. Keşke güneş hiç bana gülmeseydi. Keşke üstüme bir buz dağı düşseydi, keşke petrol bataklığına gömülseydim, keşke yanıbaşımda bir yanardağ patlasaydı, kızgın ateşe girseydim, keşke kıyamet kopsaydı...

Bir çocuğun annesi, bir adamın sevdiği kadın için yolduğu mütevazı bir hediye, temiz muhabbetlerin nişanesi olsaydım. Genç bir kızın şiir defterine sokulup uykuya dalsaydım.

Şimdi diğer kardeşlerim dağ başlarında, kırlarda, mezar taşlarının gölgesinde. Ne olurdu ben de onlarla birlikte olsaydım. Bir kuzunun dişleriyle çiğnenip midesinde erimek olsaydı kaderim. Bir çiftçinin tırpanına meze olsaydı başım, otomobil lastiklerinin yahut kalın çizmelerin altında ezilseydi incecik vücudum.

Ey Allah'ım neydi bana bu utancın, bu aşağılanmanın reva görülmesine sebep olan kabahatim. Ben, bana bahşettiğin kadarıyla, Senin adını anmaktan bir an geri mi durdum? Yoksa ben bir Yahudi mezarlığında mı doğdum? Bana nasıl kıydılar…

Ey dağların bile saygı ve korkusundan un-ufak olduğu mukaddes emaneti kabul etme cüretini gösteren mağrur ve nankör insan.. Ey taşıdığı örtünün manevi ağırlığını umursamayan ve şuuruna eremeyen gafil insan.. Hiç düşünmedin mi benim hâlimi, bir bebek katilinin kanlı, barut ve ceset kokulu ellerine teslim ederken beni?

Hiç utanmadın mı?

BAŞÖRTÜLÜ KIZDAN İSRAİL'E ÇİÇEK!

A.

"Müşrikler ancak bir pisliktirler." (tevbe 28) Çiçekler bunun idrâkinde bizim kadar duyarsız değiller.

Farid Farjad'ın Golha'sını buraya tıklayarak indiriniz. { Golha: Çiçekler ( Farsça ) }

Israil’siz bir dünya çok güzel olurdu

Siyonist İsrail’in yaptığı zulümlerin, onun hamisi olan Batı emperyalizminin de sonunu getireceğini ifade eden Ortadoğu Uzmanı gazeteci İslam Özkan, “İsrail’siz bir dünya, çok daha güzel ve insani bir dünya demektir” diye konuştu. İsrail’in, Siyonist işgalin 60. yılını kutladığına dikkat çeken Özkan, işgalin olmaması halinde sadece Ortadoğu’nun değil tüm dünyanın daha güzel ve daha emin bir yer olacağını söyledi.

Dünyada komşu ülkeleriyle ihtilaflı, ve yerleştiği topraklara işgalle gelmiş ve tüm varlığını bütünüyle işgale borçlu olan tek ülke Siyonist İsrail. Milyonlarca Yahudi’yi kandırarak ve dönemin süper güçlerinin de onayıyla 60 yıl önce Filistin’i işgal eden İsrail’in işgali gerçekleşmeseydi neler olurdu?” sorusunu cevaplayan Ortadoğu Uzmanı Gazeteci Yazar İslam Özkan, “İsrail olmasaydı, Ortadoğu ve tüm dünya çok daha güzel bir yer olurdu” diyor.

Milyonlarca Musevi’yi, işgal ettiği Filistin’e getiren ve o toprakların gerçek sahiplerine karşı silahlandırıp katliamlarla yeni bir devlet kuran İsrail’in, bu yaptıklarını da Birleşmiş Milletler gibi uluslararası hukukun tek temsilcisi konumundaki bir örgüte kabul ettirdiğini kaydeden Özkan, “Filistin sorunu aslında Batı’da kökleri çok eskiye kadar uzanan Yahudi Sorununun çözülememesi ya da bu soruna çözüm girişimi olarak ortaya çıkmış bir mesele” şeklinde konuşuyor.
Yahudi sorununu kendi bildiği yollardan çözemeyen Batı emperyalizminin, Yahudi kodamanlarının iknası ve Siyonist liderlerin kışkırtmalarıyla bu çözüme razı olduğunu ifade eden Özkan şöyle konuştu: “Batılı ülkelerin ilk başlarda Ortadoğu’da planlı bir İsrail devleti için hummalı bir faaliyet içerisinde olduğunu düşünmüyorum. Ancak daha sonraki gelişmeler, İsrail’in Batılı emperyalizm için kullanılmaya çok müsait bir yapı olduğu olgusunu ortaya koydu ve bu husus da Batılıları İsrail olgusunu kendilerine yararlı olacak şekilde kullanmaya sevk etti.”
1948 yılına gelindiğinde bile Amerika ve İngiltere içinde hala İsrail devletinin kuruluşunu tasvip etmeyen ve bu sorun nedeniyle Araplarla aralarının bozulacağını düşünen üst düzey onlarca yetkilinin olduğunu söyleyen Özkan, “Noam Chomsky ve Hana Arendt gibi düşünürler, ABD’nin İsrail’in ilk kuruluş yıllarında Siyonistlere destek vermek bir yana, SSCB’ye karşı Almanya gibi bir müttefiki küstürmemek için Nazi soykırımının gündeme getirilmediğini söyler. Hatta bizzat Yahudi işadamlarının bunu engellediğini yazar. İsrail’in ABD’nin gözüne girmesi ve Ortadoğu’daki ezeli müttefiki haline gelmesi, 1967 savaşında ortaya koyduğu performansla ilgilidir. Norman Finkelstein Soykırım Endüstrisi adlı kitabında bunu açık açık yazmaktadır” diyor. “Batılı güçler, İsrail’in bu noktaya geleceğin tahmin etselerdi daha güçlü bir şekilde desteklerlerdi” diyen Özkan, belki de İsrail’in kurulması ve şu an yapmakta olduklarını yapıyor olmasının, Batı emperyalizminin de sonunu getireceğini düşünüyor. Müslüman halkların ve ezilenlerden yana olan ülkelerin tepkisini her geçen gün daha fazla üzerine çekmekte olan ABD’nin de çığ gibi büyüyen bu tepkinin altında kalabileceğine dikkat çeken Özkan, Siyonist ve işgalci İsrail’in olmadığı bir dünyada neler yaşanacağını da şöyle özetliyor:

İsrail olmasaydı şunlar olmazdı:

*Ortadoğu’da bir tarafta İsrailliler diğer tarafta ise Ürdün, Mısırlı ve Suriye’den oluşan Arap orduları arasında meydana gelen üç büyük savaş yaşanmaz, binlerce insan ölmezdi.

*6 milyon Filistinli mülteci konumuna düşmezdi.

*İnsan hakları ihlalleri yaşanmaz, İsrail diktatörlere ve işbirlikçi rejimlere ilham kaynağı olmazdı.

*İsrail’e komşu ülkeler, Siyonistlerle silahlanma yarışına girip kaynaklarını tüketmezdi.

*CIA bu topraklarda fink atamayacaktı.

*Petrol geliri bölge ülkelerinin kalkınması için kullanılacaktı.

*Lübnan’da iç savaş yaşanmayacak, Irak’ta ABD işgali olmayacaktı.

*Suudi Arabistan’daki patlamalar yaşanmayacaktı.

*İsrail’in kurulmamış olması durumunda, insanlar enerji ve düşüncelerini daha verimli alanlara kanalize edecek ve Ortadoğu halkları belki de daha müreffeh bir hayat yaşayacaktı.

*Petrol geliri bölge ülkelerinin kalkınması için kullanılacak ve diktatör ülkeler kendilerine varlık alanı bulayacaklardı.

*Ortadoğu’daki bazı diktatörlükler, halklarını İsrail tehdidini göstererek kendi oligarşik ve otokratik yönetimlerine meşruiyet sağlamayacaklardı. Bir başka deyişle ölümü gösterip sıtmaya razı etmeyeceklerdi.

*Her şeyden önemlisi belki de dünya halkları ABD’ye karşı bu kadar kin ve nefret beslemeyecekti.

*Kısaca İsrail olmasa biz çok daha iyi bir dünyada yaşayacaktık.

Milli Gazete

Külyutmaz Laikçiler

[23 Nisan 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]

Yazı yazmanın hoş getirilerinden biri okur yorumları. Bu yorumlar hem yazdıklarınızın nasıl karşılandığını gösteriyor, hem de ülkenin “zihinsel haritası”na dair ipuçları veriyor. Benim bu ipuçlarından çıkardığım sonuç şu: Ülkemizde analitik düşünen, dolayısıyla argümanları anlayan, nüansları gören pek çok insan var. Ancak sadece “ezber” tekrar eden, düşünmek yerine slogan atanlar da var. Hem de mebzul miktarda.

Bu ikinci tip yorumcuların epey bir kısmının kendini “çağdaş”, “ilerici”, “aydın” vs. sanmaları ise enteresan. Bunlar, en çok, Türkiye’deki nev-i şahsına münhasır laiklik anlayışının muasır medeniyetteki “demokratik laikliğe” uymadığını, demokratik olmayan laikliğin de “laik dikta”dan başka bir şey doğurmayacağını anlatan yazılara kızıyor. İşte bu gibi yorumculardan son dönemde şu tip mesajları çok alıyorum:

“Yalanlarınla bizi aldatabileceğini mi sanıyorsun? Avucunu yalarsın!”
“Bizim bu masallara karnımız tok! Çocuk mu sanıyorsun bizi?”
“Biz bunları yemeyiz... Boşuna uğraşma!”

“Ne dersen de, bizi kandıramazsın” diye tepinen bu yorumcular, aslında farkında olmadan “biz o kadar fanatiğiz ki, ne dersen de, bize işlemez” demiş oluyorlar. Çünkü getirdikleri bir karşı-argüman, dayandıkları farklı bir veri yok. Sadece öfke dolu cümleler döktürüyorlar.

Kanımca bu “patoloji”nin temelinde iki sebep var. Birincisi, bizde “laik Cumhuriyet”in epey bir insan için “seküler bir din” haline gelmiş olması. (AB Komisyonu Başkanı Jose Barroso da önceki hafta nazikçe bunu ima etti.) Onlar için “laik Cumhuriyet” insanlara kendi değerlerine göre yaşama imkanı verecek bir “siyasi sistem” değil. Aksine, “laik Cumhuriyet”in kendisi, başka her şeyin uğrunda feda edileceği yüce bir değer. Bu kutsal varlık, müminlerine yaşam sevinci ve var olma amacı kazandırıyor, kutsal mekanlarını tavaf edenleri maneviyatla dolduruyor.

Bu “aşk ve vecd” dolu psikoloji, rasyonel tartışma zeminini ortadan kaldırıyor. Laiklik hakkındaki farklı görüşler, radikal İslamcıların kullandığı “tekfir” mekanizmasında olduğu gibi, susturulması gereken “yalanlar” olarak algılanıyor.

Patolojinin ikinci sebebi ise, “entelektüel seviye” sorunu. Bizdeki “laik fundamentalistler”, kendilerini pek “aydın” sansalar da, aslında dünyadaki standartların çok altındalar. Hem geleneksel hem de modern çağ hakkında bildikleri, tornasından çıktıkları resmi ideolojinin kendilerine ezberlettiğinden ibaret. Zaten resmi ideoloji de “fazla bir şey bilmenize gerek yok, Atatürk ilkeleri neyinize yetmiyor” demeye getiriyor. Günümüz dünyasını anlamak için günümüzün kaynaklarını değil, Atatürk döneminin metinlerini okuyor, bol bol “Nutuk” hatmediyor, oradan “analoji”ler çıkarmaya çalışıyorlar.

Türk medyasının bazı organları, söz konusu “entelektüel seviye” sorununu izlemek için iyi bir kaynak. Nice gazetemiz var ki, güzel kadınların bikinili (yahut bikinisiz) resimlerini basmakla “çağdaşlığını” kanıtladığı inancında. Ama aynı gazetelerin haber ve yorumlarından etnik milliyetçilik, şovenizm ve demokrasi düşmanlığı sızıyor. Bunlar, Batı’dan gelen demokrasi ve özgürlük mesajlarını da hayretle karşılıyorlar. Örneğin Barroso, “Nasıl bir dini zorla dayatmak mümkün değilse, aynı şekilde sekülerlik ya da laiklik de zorla dayatılamaz” demiş. Vatan gazetesi bu sözü “AB’nin bu uyarısı çok tartışılır!” diye sürmanşet atarak veriyor. Anlaşılan Vatan’ın manşetlerini yazan her kimse, pek şaşırmış “laiklik dayatılamaz” lafına. Dayatmanın dini olunca kötü, lâ-dini olunca iyi olduğunu sanıyormuş, belli ki, bu yaşına kadar.

Böylesi bir “elit kesim” ile Türkiye’nin işi çok zor...

Mustafa Akyol